Herkese merhabalar! Güney doğu Anadolu’nun kadim şehirlerine
hoş geldiniz. 6 gün boyunca neler yapacağız nereleri göreceğiz kısaca bir göz
atalım.
·
Anadolu’nun en büyük tümülüsü ve nemrut dağında
eşsiz bir gün batımı
·
Atatürk barajında çay keyfi (çaylar Çok Tatil den)
·
Diyarbakır’da Anadolu’nun ilk camisi Ulu cami,
Cahit Sıtkı Tarancı müze evi ve altından geçerek dilek dileyeceğimiz dört
ayaklı minare, Keçi burcu ve surlardan göreceğimiz muhteşem Hevsel bahçeleri
·
Bir aşka tanıklık edeceğiz ve Dicle ile Fırat’ı
göreceğiz belki de sularından içeceğiz.
·
Belki de son kez Hasankeyf’i göreceğiz ve Dicle
ile karşılıklı kahvemizi içeceğiz.
·
Midyat’ta telkaricilerde alış veriş yapacağız ve
mükemmel bir konak gezeceğiz.
·
Mardin’de Süryanileri ve Ezidileri tanıyacağız.
Mezopotamya manzarasında nargile keyfi yapacağız. Bölgenin en büyük medresesini
ziyaret edeceğiz. Dar sokaklarda Abbaralarda yürüyeceğiz.
·
Şanlıurfa’da bilinen dinler tarihini değiştiren
ve insanoğlunun yer yüzüne inşa ettiği ilk tapınağı ziyaret edeceğiz.
Sabii’lerin memleketi Harran’da yer yüzünün ilk üniversitesini göreceğiz ve
Kübik evlerde mırra içeceğiz. Balıklı gölde Hz İbrahim’e selam vereceğiz ve
sıra gecesinde çiğ köfte yiyeceğiz.
·
Birecik’te nesli tükenmekte olan Kelaynakları
göreceğiz.
·
Halfeti’de Fırat’ın suları üstünde gezineceğiz
ve sular altında kalmış bir köyün yanı başında çaylarımızı yudumlayacağız.
·
Gaziantep’te çekiç sesleri eşliğinde bakırcılar
çarşısında zaman geçireceğiz, tarihi Bey mahallesinde tarihin içinde
yürüyeceğiz. Zeugma’nın mozaiklerinde büyüleneceğiz.
·
Adana’da sadece Türkiye’nin değil orta doğunun
da en büyük camisi Sabancı merkez camisini ziyaret edeceğiz. Çukurova’ya hayat
veren Seyhan nehrinin yanı başında çay keyfi yapacağız.
·
Tarsus’ta şelalenin uçuşan sularıyla
serinleyeceğiz.
Günaydınlaaaar efendim! Günaydın dünyanın en
güzel kelimesidir. Lütfen bu sözü kullanmaktan çekinmeyin. Adıyaman’a
hoşbuşduk! Sabah erken saatlerde otelimizde kahvaltı ile güne başlıyoruz.
Dileyen misafirlerimiz dinlenebilir, diğer misafirlerimiz ise Adıyaman şehrinin
merkezini keşfedebilirler. Turumuzu eğer son baharda yapıyorsak saat 13:00’da
eğer bahar ayında yapıyorsak saat 14:00’da otelimiz önünden Kahta’ya hareket
ediyoruz.
Adıyaman güney doğu Anadolu bölgemizin illerinden biridir. Nüfusu 200bindir. 1954 yılına
kadar Adıyaman Malatya ilimize bağlı bir ilçe. Ama bu tarihten sonra
Malatya’dan ayrılır ve il olur.
Bugün Adıyaman dendiği zaman akla ilk
olarak nemrut dağındaki Kommagene Krallığına ait kalıntılar iki bir kısmı
sınırları içerisinde bulunan Atatürk barajı ve üçüncü olarak da petrol gelir.
Ülkemizde çıkarılan petrolün yüzde 60’ı Adıyaman ilimizden çıkarılıyor. Samsat
ilçesi Atatürk barajı suları altında kaldıktan sonra ilçe nüfusunun çoğu şehir
merkezine taşındı. 90lara kadar neredeyse apartman bulunmayan şehirde modern
binalar yapıldı. Adıyaman Süryani nüfusunun yoğun olarak yaşadığı illerimizden
biriydi. Fakat günümüzde sadece birkaç aile yaşıyor. Özellikle 1915
olaylarından sonra çok fazla göç yaşanmış.
Adıyaman ilinin tarihi m.ö. 40bin
yıllarına kadar uzanıyor. Palanlı mağarasında bulunan buluntular buranın
paleolitik dönemden beri bir yerleşim yeri olduğunu gösteriyor. Paleolitik
dönem insanların daha mağaralarda ve ağaç kovuklarında avcı toplayıcı olarak
yaşadığı bir dönem. Adıyaman bütün tarih öncesi dönemleri yaşamıştır. Sırasıyla
mezolitik, neolitik, kalkolitik ve eski tunç çağı. Hititlerden Asurlulara,
Perslerden Romalılara, Emevilerden Abbasilere, Selçuklulardan Memlüklere kadar bir
çok devlet bu şehre sahip olmuştur. Fakat Adıyaman dendiği zaman aklımıza ilk
gelen devlet Kommagene krallığıdır.
‘’Kommagene’’ sınırları içerisinde
farklı etnik grupların bulunması ve farklı dillerin konuşulması nedeniyle
‘’genler topluluğu’’ anlamına gelen bu adı alır. Bu krallık altın çağını m.ö.
69-36 yılları arasında en meşhur kralları Antiokhos zamanında yaşar. Kral
Antiokhos’un tümülüsü bugün 2150 metre yükseklikte Nemrut dağında bulunuyor. Bu
Tümülüs Anadolu’nun en büyük tümülüsüdür. Dünya’da güneşin doğarken ve batarken
insana gülümsediği ve eşsiz bir seyir sunduğu nadir yerlerden birisi.
Kahta’ya
vardığımızda aracımızı değiştiriyoruz ve Nemrut dağına doğru hareket ediyoruz.
İlk durağımız Roma imparatoru Septimus Severus tarafından yaptırılmış ve iki
ilçeyi birbirine bağlayan cendere köprüsü.
CENDERE KÖPRÜSÜ
Cendere köprüsü 198 yılında roma imparatoru
septimus severus tarafından cendere çayının üstüne yapılmıştır. Köprünün boyu
120 metre eni ise 7 metre. 1997 yılına kadar buradan 5 tona kadar araçların
geçişine izin veriliyordu. Yani trafiğe açıktı. Fakat Bülent Ecevit döneminde
beş yüz metre doğusuna bugünkü köprü yapılmıştır ve cendere köprüsü tamamen
trafiğe kapanmıştır.
Ardından Kommagene hanımlarının gömülü olduğu
Karakuş tümülüsüne gidiyoruz.
KARAKUŞ TÜMÜLÜSÜ
Bu anıt mezar antiokhos’un oğlu 2.
Mithridates tarafından annesi isias, kız kardeşi antiokhis ve onun kızı laodike
için yapılmıştır. Yani kommagene kraliçelerine ait bir anıt mezardır. Mezarın
dört bir yanında steller ve üzerlerinde kabartmalar bulunuyor. Halk burada
bulunan kartal figüründen dolayı buraya karakuş ismini vermiş.
ARSEMEA
Arsemea kenti m.ö. 2. Yüzyılda
kommagenelilerin atası olan arsemes tarafından kurulmuş bir kenttir. Kommagene
krallığının iki başkenti vardı. Biri bugün Atatürk barajı altında kalan Samsat
o günkü adıyla samosata diğeri ise şu anda bulunduğumuz arsemea kenti. Burası
yazlık başkentti. Burada görsel olarak bir gizli tünel ve birkaç stel göreceğiz.
Antiokhos’un babası Mithridates Kallinikos için yaptırmış olduğu mezar da
burada yer alıyor.
Aracımız bizi dağın zirvesinden yaklaşık
500 metre kadar önce indiriyor. Dileyen misafirlerimiz dört ayaklı taksileri
kullanabilirler J.
Zirveye ulaştığımızda eşsiz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Dağın üstünde ayrı
bir dağ gibi yapılmış tümülüsün önündeki heykeller buraya nasıl taşınmış sorusu
insanın aklına ilk sorudur. Bu heykeller başka bir yerde yapıldıktan sonra
buraya taşınmamıştır. Burada yapılmışlardır. Bu heykeller doğu ve batının
Tanrılarıdır. Antiokhos burada doğu ve batının kutsal tanrılarını alarak ortak
bir kutsal yer oluşturmuştur. Fortuna ya da thyce, tam ortada bulunan zeus
doğudaki adı ise oromasdes, diğeri apollon ya da mithras hellios hermes, diğeri
ise heracles ya da artagnes ya da bizim
bildiğimiz adıyla herkül ve Antiokhos’un kendisidir. Burada Tanrıların
heykellerinin yanına kendi heykelini de yaptıran Antiokhos kendisini Tanrı
mertebesine yükseltmiştir. Tümülüs burada yapılan heykellerin küçük taşlarıyla
kaplanarak yapılmış. Anadolu’daki en büyük tümülüstür. Boyu 50 metre çapı ise
150 metredir.
Günümüzü Antiokhos’un misafirperverliği ile
eşsiz gün batımı ile tamamlıyoruz. Aracımıza dönerek otelimize dönüyoruz.
NOT: havanın ne kadar sıcak olursa olsun
dağın tepesi çok soğuk. Bundan dolayı ceketlerimizi getirmeyi unutmayalım ve
ilk gün gezeceğimiz noktalar için rahat bir ayakkabı şart.
Günaydınlaaaar! Bugün yolculuğumuzun ilk
durağı Atatürk barajı. Bu baraj Güney Doğu Anadolu projesinin göz bebeği.
Yapımına 1983 tarihinde başlandı. Bitim tarihi 1994 yılı söylenmiş olmasına
rağmen 1992 yılında açıldı. Bu baraj Fırat nehri üstünde kurulmuş bir baraj ve
bu bölgeye adeta can veriyor. Dolgu hacmi bakımından dünyanın en büyük altıncı
barajıdır. 817 kilometre kare göl alanına sahip ve Türkiye’de bulunan
hidroelektrik santrallerinin ürettiği enerjinin yüzde yirmisini tek başına
karşılayabilir. Bu barajın toplam maliyeti 15 milyar dolar. Seyir terasında
güzel bir kafe bulunuyor. Burada çay molası veriyoruz ve Diyarbakır’a doğru
yolumuza devam ediyoruz.
Diyarbakır’a
varışımız öğlen saatlerine denk gelecek olduğundan ilk olarak öğle yemeğimiz
için serbest zaman veriyoruz. Diyarbakır’da ciğer yemeden olmaz. Burada
sur içinde perdeli ciğer denilen ve bir zara sarılarak mangalda pişirilen bu
lezzetli yemeği mutlaka tatmalıyız.
Yemeğimizi yedik ve
enerjimiz yerine geldi. Haydi o zaman biraz Diyarbakır’ın muhabbetini edelim.
DİYARBAKIR
Diyarbakır Türkiye’nin
en kalabalık 12. Şehridir. Merkez nüfusu 1 milyona yakın. Diyarbakır denilince
aklımıza ilk gelen şey karpuzdur. Şehre girerken büyük bir karpuz heykeli bizi
karşılar. Karpuzu çok büyük ve lezzetlidir. Karpuzda güvercin gübresi
kullanıyorlar. Güvercin gübresi çok yararlı olmasının yanında tehlikelidir.
Çünkü fazla kullanıldığında yakar ve ürüne zarar verir. Bunun için tam ayarında
kullanılması gerekir. Diyarbakır doğu roma yani Bizans hakimiyetindeyken İslam
orduları tarafından fethedilir. Günümüzdeki adını da bu dönemden alır. . Hz
Ömer’in komutanı Halit bin Velid burayı
fethettikten sonra Bekir aşiretini buraya yerleştiriyor. Daha sonra buraya
Bekir’in diyarı anlamına gelen diyarbekir ismi verilmiş. Daha sonra cumhuriyet
döneminde buradaki bakır yatakları da göz önüne alınarak Diyarbakır ismi
verilmiş. Bugün 41 tane sahabe Diyarbakır’da metfundur. Bundan dolayı bu şehre
ayrı bir kutsiyet atfedilir. Diyarbakır tarihte 26 farklı medeniyete ev
sahipliği yapmış ve bunların harmanlanması olarak mükemmel miras kalmıştır günümüze.
Hititlerden Asurlara, Urartulardan İskitlere, Medlerden Friglere, Perslerden
büyük iskendere, seleukoslardan Romalılara, sasanilere emevilere Abbasilere
safevilerden Osmanlı’ya kadar bir çok devlet, krallık burada hüküm sürmüş ve
izlerini bırakmış.
Diyarbakır dünya
tarihi içinde çok önemlidir. Çünkü insanlar yer yüzüne ilk inşa ettikleri
evlerini burada inşa ettiler. İlk defa hayvan burada evcilleştirildi. Tarım ilk
burada yapıldı.Topluluktan topluma ilk burada geçildi. Bugünkü yaşadığımız
şehir hayatının temelleri burada atıldı. Nerede? Ergani ilçesinde bulunan
Çayönü yerleşkesinde.
İlk ziyaret noktamız
Ulu cami.
ULU CAMİ
Diyarbakır’da şöyle
söylenir. O yıkılırsa kıyamet kopar. Bu söz Ulu cami için söylenmiştir. Ulu
cami Anadolu’daki en eski camidir. 639 yılında Hz Ömer komutasındaki İslami
orduları Diyarbakır’ı fetheder burada bulunan mar toma kilisesini camiye
çevirirler. Böylelikle Anadolu’daki ilk cami Diyarbakır cami olmuştur. Burasının ilk olarak ne zaman yapıldığı
bilinmiyor. İslamiyet’ten, Hıristiyanlıktan önce de diğer dinlere mabetlik
yapmış bir yapıdır. Bu yapının Hz Yunus döneminden beri var olduğu söylenir. Roma
döneminde bir pagan tapınağı daha sonrasında romanın Hıristiyanlığı kabulüyle
burası bir Süryani kilisesine çevrilmiştir. Mar Toma. Mar ya da Mor Süryanicede
aziz anlamına gelir. 639 yılında Hz Ömer
ile birlikte burası cami’ye çevrilmiştir ve camii kebir ismini almıştır. Yani
büyük cami. Biz bu ismi Türkçeleştirmişiz ve Ulu cami demişiz.
CAHİT SITKI TARANCI
Cahit Sıtkı Tarancı
1910 yılında dünyaya burada pirinççi zadelere ait bu konakta gelmiştir.
Bu konak 1733 yılında inşa ediliyor.
Bu konak bize sivil mimari ve o
dönem insanlarının yaşam biçimleri hakkında bilgiler veriyor. Burada kapalı
yaşayan ama bir o kadar da rahat yaşamayı seviyorlardı. Dört mevsime göre inşa
edilmiş bu ev bize çok şey anlatacak.
Ilısu barajı bahane
edilerek son altmış yıldır buraya hiçbir kalkınma projesi yapılmamış. Baraj
yapılırsa sular altmış beş metre yükselecek ve Hasankeyf sular altında kalacak.
Unesco Dünya miras listesine alınırsa eğer burası kurtulabilir. Bu listeye alım
on kriterden oluşuyor ve Hasankeyf dokuz kritere sahip fakat kabul edilebilmesi
için Turizm bakanlığının başvuru yapması gerekiyor.
Buraya geldiğimizde
yapmamız gereken en önemli şey büyük saray manzarasına karşı buraya has ballı,
cevizli ve sütlü kahve içmek ve çoban Ali’den güzel bir türkü dinlemek. Yol boyunca bulunan tezgahlardan alış veriş
mi? onu serbest zamanımıza bırakalım. Haydi kahvelerimizi içerken biraz Hasankeyf’ten konuşalım.
Bu şehrin ilk olarak
kimler tarafından kurulduğunu bilmiyoruz. Arazi kireç taşından oluştuğu için
işlenmesi çok kolay. Bundan dolayı kasabanın çevresi mağaralarla doludur ki
hala bu mağaralarda yaşayanlar görebiliyoruz. Pvc kaplı ya da dışında uydu
çanağı bulunan mağaralar gerçekten ilgi çekici. Bir de boş olan Dicle kıyısında
bulunan mağaralar var. onlar mı? Süryani yazlıkları. Ama günümüzde
kullanılmıyorlar. Hasankeyf ismi Hısnkayfa’dan geliyor. Bu isim Osmanlı döneminde verilmiş. Daha
önceden de bazı isimleri biliniyor. Roma döneminde Kipas ya da cehpa isimleri
verilmiş. Hısn, kale anlamına geliyor kayfa’nın anlamı hala bilinmiyor. Süryanice
taş anlamına gelen kifa’dan geldiği söyleniyor. Cumhuriyet döneminde fonotiğe
uydurularak Hasankeyf adına dönüştürülüyor. İsmine atfen bu kasabada bir çok
hikaye duyabilirsiniz. Eski dönemlerde şehirde bir darphane bulunuyordu. Bundan dolayı
eski dönemlere ait paralar bulmanız çok olası. Hemen hemen bütün kasaba
halkında birkaç Roma sikkesine rastlayabilirsiniz. Roma döneminde Dicle’nin
üzerinde inşa edilmiş bir köprü var. Bu
köprü iki katlı ve ayaklarını birbirine bağlayan kısım ahşaptanmış. Tehlike
anında köprü kaldırılarak geçiş kapatılıyor. Bu köprüde şuan yaşayan insanlar
var. Büyük ve küçük saraylar Artuklu dönemine aittir. Şu anda buralara giriş
taş düşer tehlikesiyle kapatılmıştır. Artuklu devletinin başkenti olarak uzun
bir dönem hizmet ettikten sonra şehir Eyyübilerin hakimiyetine geçer. Moğollar Anadolu’yu
yağmaladıklarında bu şehirde nasibini almıştır. Yağmalanan ve tahrip olan bu
şehir bir daha eski günlerine dönemez. Bir süre de Akkoyunluların hakimiyetinde
kalan şehir 1516 yılında Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı devleti
hakimiyetine girmiştir.
MİDYAT
Bu isim Matiate’den gelir. Anlamı is
mağaralar şehri demektir. Burada şehrin merkezinde inerek Midyat konuk evine
gidiyoruz. Etrafımıza birçok çocuk doluşacak. Lütfen konuşun onlarla, hallerini
hatırlarını sorun. Çünkü okulda öğretmenleri onlara turistleri gördüğünüzde
onlara hoş geldin deyin onlarla muhabbet edin diye tembihliyor. Onlar da çok
sevdikleri öğretmenlerinin sözünü dinliyorlar. Midyat’ta Süryaniler, ezidiler,
Kürtler, Araplar ve Ermeniler yaşıyorlar. 1915 birinci dünya savaşı döneminde
Müslüman olmayanların bir çoğu göç etmiş. Bundan dolayı Kürt ve Araplar nüfus
olarak çok daha fazla. Konuk evine giderken Telkaricilerin önünden geçiyoruz.
Acele etmeyin alış veriş için zamanımız olacak J.
Yolumuzun üstünde Gelüşke hanına uğruyoruz. Genellikle bu isimle değil de
Sıla’nın düğünün olduğu yer diye bilinir. Osmanlı döneminden kalma bu han
günümüzde bir cafe olarak hizmet veriyor. Hanın tam ortasında ayağından bağlı
bir atmaca göreceğiz. Tabiî ki onunla fotoğraf çekilebiliriz. Hanın diğer kapısından çıkarak dar Midyat
sokaklarından konuk evine doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolda kulağınıza
çalınan dil size tuhaf gelecek. Çünkü muhtemelen daha önce duymadığınız bir
dil. Kürtçe değil, Arapça değil. İşte burada rehberimize duyduğunuzun hangi dil
olduğunu soracaksınız. Süryanice! Birazdan onların da kulaklarını çınlatacağız.
Midyat Konuk evi günümüzde Sıla evi olarak bilinir. Eski bir Süryani konağıdır.
Kapıdan içeri adım atar atmaz işlemeleri bizi büyüleyecek. Bu konakta bir çok
dizi film çekilmiştir. Sıla bunların en başında geliyor. En son hükümet kadın
filmi çekilmişti. Rehberimiz evin özelliklerinden bahsederken küçük ayrıntılar
bizleri konağa daha da hayran bırakacak. Burayı ziyaret ettikten sonra haydi
alış verişe. Telkaricilerin bulunduğu çarşıda serbest zaman veriyoruz. Sakın
unutmayın ‘’pazarlık sünnettir!’’ Süryani dükkanlarındaki gümüş işlemeleri bizleri
büyüleyecek. Bu sanat aslında bu bölgede Ermenilere aitti. Onlar buradan göç
ettikten sonra bu sanatı şu anda Süryaniler devam ettiriyor. Öyle ince işçilik
uyguluyorlar ki adete gümüşe raks ettiriyorlar. Serbest zamanımızın ardından
aracımıza biniyoruz ve Mardin’e doğru 45
dakikalık bir yolculuğa başlıyoruz. Midyat’tan çıkmadan yol üstünde bir saat
kulesi göreceğiz. Dört tarafında dört farklı sembol. Tavus kuşu, kilise, cami
ve Türkiye haritası. Haritanın Mardin’e ait bölgesi belli edilmiş. Kilise Süryanileri,
cami Müslümanları, Tavus kuşu ise Ezidileri sembolize ediyor. Farklı dinden
insanların burada hep birlikte yaşamasını sembolize ediyor. Haydi biraz eziler
ve Süryanilerden konuşalım.
EZİDİLER
Melek Tavus’un
halkı Ezidiler. Bu halk bizim bildiğimiz manada şeytana tapanlardır. Ama şeytan
iblis gibi kelimeler bu dine göre ağır hakarettir. Onların taptıkları Melek
Tavus’tur. İnsanoğlunun yaratıcısı kabul edilir. İki kitapları vardır. Kitap el
celve ve Kara kitap. Tanrı Melek Tavus’u yaratmıştır ve ona insanoğlunu yaratma
emrini vermiştir. İlk insanı yaratan Melek Tavus onu Tanrı’ya sunar. Tanrı çok
beğenir ve Melek Tavusun ona secde etmesini ister. Fakat melek Tavus bunu
reddeder ve cennetten kovulur. Yedi bin yıl boyunca göz yaşı döker. Göz yaşlarından
dolayı cehennemin ateşi söner. Bunu gören Tanrı onu affeder. Derki sen, benim
sana emretmeme rağmen benden başkasına secde etmeyi reddettin. Tekrar onu
cennetine alır.
Ezidiler
ibadetlerini güneşe doğru yaparlar. Türkiye sınırları içerisinde yüz kişi ya
kaldı ya kalmadılar. Ama ırak bölgesindeki olaylardan dolayı şu ara her
Mardin’in her yerinde onları görmek mümkün. Kutsal alanları Irak’ta bulunuyor.
Laleş. Burada Ezidiliğin kurucusu Şeyh Adi’nin türbesi bulunuyor. Bundan dolayı
ezidiler hac vazifelerini orada gerçekleştiriyor.
SÜRYANİLER
Süryaniler Hz
Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan geldiklerini söylerler. Semitik bir ırka
sahiptirler. Konuştukları dil aramicedir. Süryani isminin kaynağı bilinmiyor
ama Hıristiyanlığı kabul eden bu halk aynı ırktan olup putlara tapanlardan
kendilerini ayırmak için bu ismi kullanmışlar. Anlatılan bir varsayıma göre
Asur ülkesine yunanlılar Asurya diyorlardı Asurlulara da Asuryan diyorlardı. Bu
isim aramiceye geçtiğinde değişerek önce Suruyo daha sonra Süryani ismine
dönüşmüştür. Beş bin yıllık kadim bir geçmişleri vardır. Hıristiyanlığı kabul
eden ilk millettir. Bugün Türkiye
topraklarında az sayı da kalsalar da hala hatırı sayılır bir nüfusları var.
Ülkemizde genel olarak yoğun olarak yaşadıkları yerler Mardin, Midyat,
Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır ve İstanbul’dur. Altı yüz yıldan fazla Deyrul
Zafaran manastırı patriklik yaptı. Fakat 1932 yılında şama taşındı. Şu anda
Suriye iç savaşından dolayı geçici süre Lübnan’a taşındı.
MARDİN
Mardin’e hoş bulduk. Mardin ismin nereden
geldiği tam olarak bilinmiyor. Ama bazı söylentiler var. persler burayı
aldıktan sonra Mard boyunu buraya yerleştirirler ve kurdukları şehre Mardiyon
ismini vermişler. Diğer bir söylencede Süryanice marde kelimesinden geldiğidir.
Marde kaleler anlamına geliyor ve Mardin’de bulunan bir çok kaleden dolayı bu
ismi kullandıkları da söylenceler arasında. Mardin’e uzaktan baktığımızda
gündüz bir mezarlığa gece ise bir gerdanlığa benzer. Mardin’in harika bir
Mezopotamya manzarası var. ulucami’nin yanında bulunan Mezopotamya kafe’de
Süryani kahvenizi yudumlarken bu manzarayı seyretmek bize inanılmaz bir huzur
verecek. Mardin’de ilk durağımız Deyrul Zafaran manastırı.
Bu manastırda bize bir Süryani eşlik edecek.
Deyrul, Süryanicede manastır anlamına geliyor. Zafaran ise safran demek.
Manastırın civarında yetişen safran bitkisinden dolayı bu isim verilmiş. Bu
manastır altı yüzyıldan fazla Süryanilerin patrikhanesi olarak hizmet verdi.
1932 yılından sonra buradan taşındı. Manastırda bize bilgiler verecek olan
Süryani arkadaşımız bize manastırın en ilginç yapısını gösterecek. Bir güneş
tapınağı. Bu tapınak tonluk taşlar arasında hiçbir yapıştırıcı madde
kullanılmadan inşa edilmiş. İki bin yıldan fazla süredir hala ayakta. bu
manastırın çok güzel bir kafeteryası var. Beş karışımdan oluşan Süryani çayını
ya da kurabiyelerini muhakkak tatmalısınız. Manastırı gezdikten sonra şehir
merkezine gidiyoruz. Aracımızdan inerek dar sokaklarda yürümeye başlıyoruz.
Arapça geçit anlamına gelen Abbaralardan geçerek Ulu camine ulaşıyoruz.
Mardin ulu cami 1176 ile 1190 yılları
arasında Artuklular döneminde inşa edilmiştir. Cami yapıldığı zaman iki
minaresi varken günümüzde sadece tek minaresi var. diğeri yıkılmıştır. Bu
caminin taş işlemeleri bizleri kendine hayran bırakacak. Minaresindeki kufi
yazılar ise dönemin insanlarının ne kadar sanata önem verdiklerini bize
kanıtlayacak kadar güzel. Camiyi ziyaretin ardından çarşıda serbest zaman
veriyoruz. Ev yapımı sabunlar, ezidi şalları, sürmeler bir çok dükkanda
bulunmaktadır.
Günü sonlandırmadan son durağımız Kasımiye
medresesi olacak. Bu medrese Artuklular döneminde inşa edilmeye başlamış fakat
Timur dönemindeki Moğol saldırılarından dolayı yarım kalmıştır. Daha sonra
Akkoyunlu sultanı cihangir oğlu Kasım tarafından yapımı tamamlanmıştır. Eğitim
verdiği dönemde bölgenin en önemli eğitim merkeziydi. Medresenin ortasında bir
insan hayatını anlatan havuz bulunuyor. Son ziyaret noktamız olan Kasımiye
medresesini ziyaret ettikten sonra otelimize geçiyoruz.
Sabah Şanlıurfa’ya hareket ediyoruz. İki
saat yolculuğuuzun ardından ilk durağımız Göbeklitepe’ye geliyoruz. Göbeklitepe
insanların daha mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşadıkları zamanda inşa etmiş
oldukları tapınak merkeziydi. Buranın önemi insanoğlu daha evini inşa etmeden
önce kendisine bir tapınak inşa etmiştir. Tarih öncesi bilinen tarihi tamamen
değiştirmiştir. İnsanlar önce tarımı keşfetmişler sonra yerleşik hayata geçerek
evlerini inşa etmişler ve Ana tanrıça inancını benimsemişler. Bu gelişim m.ö.
8000 ile 5500 yılları arasında olmuştur. Fakat göbekli tepenin tarihi m.ö.
9000, 10000 yıllarına kadar uzanıyor. Burada kullanılan mimari teknikler,
taşlara işlenen figürler bizleri müthiş büyüleyecek. Göbeklitepe’yi ziyaret
ettikten sonra Harran’a hareket ediyoruz.
HARRAN
Şehrin adının ilk geçtiği buluntular MÖ 2250
yıllarına ait çivi yazılı tabletlerdir. Bu tabletlerde şehir "Ha-ra-an"
olarak adlandrılmaktadır. Kentin adı Sümercede
ve Akadçada"seyahat" veya "kervan" anlamına gelen "haran-u"
sözcüğünden türemektedir. Bazı kaynaklar ise bu sözcüğün "şiddetli
sıcak" anlamına geldiğini yani ‘’hararet’’ sözcüğünden geldiğini öne
sürmektedir. Harran sıcağını hissettiğimizde bu iddiaya hak vermemek elde
değil. Şehir konumu nedeniyle bir ticaret merkezi olma özelliği kazanmıştır.
Kent, ay tanrıçasına adanmıştır. Kuran-ı Kerim'de adı geçen Hz Nuh'un kavmi
olarak kabul edilen ve ehli kitaptan sayılan Sabii'lerin ana vatanı olarak
kabul edilir. Şii ayaklanması sırasında Sabii'ler kıtlık ve ayaklanmada
tapınaklarını kaybetmişler ve yeryüzünden silinmişlerdir. Nüfusun tamamına
yakını Araplardır. Koni şeklindeki 3.000 yıllık Mezopotamya evleri kültürü ise
modern tarzda evlere karşı yok olma ile karşı karşıyadır. Miladi 11. yüzyılda
çok geniş yeşil ve verimli bir Mezopotamya şehri iken zamanla çölleşmiştir
ancak son zamanlarda Güneydoğu Anadolu Projesi sayesinde Mezopotamya'nın o eski
verimli günlerine dönüş olmaya başlamış, tekrar verimli ve yeşil bir coğrafya
halini almaya başlamıştır. Bilinçsiz şekilde yapılan vahşi sulama yöntemi yüzünden
Harran Ovası tuzlanma problemi ile karşı karşıyadır. Şu anda yaşam olmayan
kübik evlerde bir çay molası verdikten sonra Balıklı göle hareket ediyoruz.
Bir zamanlar bu şehirde zalim bir hükümdar
yaşarmış. Yaptığı bu zalimliklerle kendinden geçen Nemrut gün gelmiş kendisini
Tanrı zannetmeye başlamış ve büyük tapınaklar yaptırıp içine de kendi
heykellerini koydurmuş. Halkına da baskı yaparak kendisine Tanrı diye
tapmalarını istemiş.
Bir gece Zalim Nemrut uykusunda korkunç bir kabus görmüş. Kan ter içinde
fırlamış yatağından. Hemen sarayın bütün kahinlerini ve büyücülerini çağırtmış
ve rüyasını anlatmış onlara. Nemrut'un rüyasını dinleyen kahinlerin ileri
gelenleri şöyle yorumlamış Nemrut'un rüyasını: "Efendim, krallığınızda
dünyaya gelecek bir çocuk sizin tahtınızı ve saltanatınızı yıkacak, ülkeniz
üzerindeki hakimiyetinize son verecek". Sarayındaki danışmanlarına çok
güvenen Nemrut korku içinde kaskatı kesilmiş. Panik halinde nasıl önlemler
alabileceklerini sormuş onlara. Sarayın baş kahini atılmış öne hemen;
"Değerli efendim" demiş, "Eğer bu sene krallığınızda doğacak
bütün erkek çocuklarını öldürtürseniz , erkekler ve kadınların da bu yıl
boyunca birbirlerine yakınlaşmalarını yasaklarsanız ve aksine yapan herkesi
asarsanız bu sorunu da çözersiniz" .Nemrut kahinlerin önerisiyle doğacak
bütün erkek çocukların öldürülmesi emrini vermiş. Ülkesinde yaşayan her on
aileye bir gözlemci düşecek şekilde kuralların uygulanıp uygulanmadığını
izlemeye başlamış. Sadece başdanışmanı Azer'e çok güvendiği için onun ve
ailesinin başına gözlemci koymaya gerek duymamış. Böylece şehirde bir yıl
sürecek dehşet ve zulüm dönemi başlamış. Nemrut bu bir yıl süresince on
binlerce çocuğu öldürtmüş, aileleri darmadağın etmiş. Bütün ülke Nemrut'un bu
büyük zulmü altında inim inim inliyormuş. Bir yılın sonunda Nemrut yine bütün
danışmanlarını etrafına toplamış. Müneccimleri ona demişler ki "Hükümdarım
maalesef aldığımız tedbirler yeterli olmadı. Sizi ve tahtınızı yok edecek çocuk
yarın gece ana rahmine düşecek". Nemrut
kâhinlerinin bu sözleri üzerine daha da büyük bir paniğe kapılmış. Ve hemen
şehirdeki bütün erkeklerin toparlanıp şehir dışına çıkarılmasını ve iki gün
boyunca da şehre girmelerinin yasaklanmalarını emretmiş. Nemrut şehri dolaşırken
aniden krallık mührünü sarayında unuttuğunu farketmiş. Hemen en güvenilir adamı
Azer'i göndermiş saraya mührünü alıp kendisine getirmesi için. Azer, saraya
gidip mührü almış. Geri dönerken aklına karısı gelmiş. Evine varınca nefsine
hakim olamamış ve karısıyla birlikte olmuş. Ve böylece Zalim Nemrut'u yok
edecek olan Hz.İbrahim ana rahmine düşmüş.
Kahinler sabaha doğru Nemrut'a onu korkudan tir tir titreten haberi vermişler.
"Efendimiz maalesef aldığımız tüm önlemlere rağmen o çocuk bu gece ana rahmine
düştü" Nemrut sinirden küplere binmiş ve ülkesinde bu yıl doğacak bütün
erkek çocukların öldürülmesin emretmiş. O gece Azer'den hamile kalan karısı bu
durumu kocasından saklıyor, kendisini şişmanlamış gösteriyormuş. Doğum vakti
yaklaşınca da bugünkü Urfa Kalesinin kuzeyinde bulunan küçük bir mağaraya
gitmiş ve tek başına doğurmuş çocuğunu. Çocuğunun öldürüleceği korkusuyla onu
iyice sarıp sarmalayıp mağaranın en dibine gizlemiş. Her gün bir defa onu
emzirmeye geliyormuş mağaraya. Gelemediği günlerde açlıktan ve soğuktan oğlunun
ölmüş olabileceğini düşünüp ağlıyormuş ama her seferinde telaşla gittiği
mağarada küçük çocuğu sağ salim görünce mutluluktan uçuyormuş. Mağarayı
kendilerine korunak olarak kullanan ceylanlar bu küçük çocuğu kendi sütleriyle
besliyorlarmış. Aradan 15 ay geçmiş ama Hz.İbrahim 15 yaşında bir delikanlı
gibi görünüyormuş Günlerden bir gün kralın askerleri şehrin hemen yamacındaki
dağa avlanmaya çıkmışlar. Dağda dolaşırken ceylanların arasındaki İbrahim'i
görmüşler. Hemen yakalayıp saraya getirmişler. Nemrut, ceylan sütüyle beslenmiş
15 yaşındaki genç, gürbüz ve güzel bir delikanlı olan İbrahim'i hemen yanına
almaya karar vermiş. Böylece genç İbrahim sarayda yaşamaya başlamış ve burada
Nemrut'un bir diğer evlatlığı genç Zeliha ile tanışıp dost olmuş. İbrahim
sarayda geçirdiği günlerde kendisini evlatlık alan Nemrut'un halka yaptığı
zulümlerden ve putlara tapınmasından dolayı kızmaya başlamış. Bir gün bu
düşüncelerini arkadaşı Zeliha ile paylaşmış ve ona taştan yapılmış bu putlara
tapınmanın anlamsızlığını anlatmış. İbrahim bir gün tapınağın boş olduğu bir
saatte eline bir balta almış ve tapınaktaki bütün putları tek tek kırmaya
başlamış. Hepsini kırdıktan sonra elindeki baltayı da tapınağın baş köşesine
yerleştirmiş ve Nemrut'a benzeyen en büyük heykelin omzuna asmış. Nemrut
olanları duyunca sinirden çılgına dönmüş ve derhal bunu yapanın bulunmasını
emretmiş.Kısa bir araştırmanın ardından İbrahim Nemrut'un huzuruna
çıkarılmış.Nemrut "Sen mi yaptın" diye sorunca, son derece sakin bir
şekilde cevap vermiş "Hepinizin gördüğü gibi balta en büyük heykelin
omzunda duruyor. Yapsa yapsa o yapmıştır." Demiş. Nemrut Hz.İbrahim'in bu
cevabı üzerine daha da sinirlenmiş, "Olur mu böyle saçmalık. O cansız bir
taş parçası. Nasıl eline bir balta alıp da böyle bir şey yapabilir ki?"
Hz. İbrahim de gülümseyerek cevap vermiş Nemrut'a ."İşte benim de anlatmak
istediğim buydu. Siz kendi elinizle yaptığınız bu taş parçalarına nasıl olur da
taparsınız ve onlardan adalet, huzur, bereket beklersiniz? Bu taşlar gerçekten
Tanrı olsalardı kendilerini koruyabilirlerdi" Bu cevaba çok sinirlenen
Nemrut hemen İbrahim'in yakalanıp ateşe atılmasını emretmiş. Nemrut, kalenin
kuzeyinde kalan dağın tepesindeki iki büyük sütunu mancınık olarak kullanıp,
Hz.İbrahim'i buradan ateşe atmaya karar vermiş. Tam bu esnada Allah : "Ey
ateş, serinlik ve esenlik ol" diye buyurmuş. Hz. İbrahim ateşin üzerine
düşer düşmez ateşin yerinde berrak küçük bir göl oluşuvermiş. Allah'ın emri ile
hazırlanan o devasa ateş bir göle; ateş için toplanan odunlar da balıklara
dönüşmüşler. Odunlar biraz yanmış oldukları için balıkların sırtında kara
lekeler oluşmuş. Varlığına inandığı ve sürekli onu aradığı için Allah,
Hz.İbrahim'e "Halilim" yani dostum demiş. Bu göle de bu yüzden "Halilurrahman
Gölü" denmiş. Zeliha'nın döktüğü gözyaşlarından oluşan göle ise
"Zeliha'nın gözyaşları" anlamına gelen "Ayn-ı Zeliha Gölü"
ismi verilmiş.
Nemrut bütün bu olanlar karışsında
daha da sinirlenmiş. Ve Allah'ı inkara devam etmiş. Allah da ona bir kanadı
sakat sivrisinek göndermiş. Bu sivrisinek bir gece Nemrut yatarken kulağından
içeri girmiş ve beynine kadar gitmiş. Günler geçmiş ve Nemrut bu sinekten
dolayı kafasında büyük ağrılar hissetmeye başlamış. Ülkesindeki bütün
büyücüleri ve hekimleri derdine derman bulsunlar diye çağırtmış. Ancak hiçbiri
Nemrut'a yardım edememiş. Nemrut, ağrıları biraz olsun azaltabilmek için kendi
hazırlattığı özel tahta bir tokmakla kafasına vuruyormuş her gün. Ağrı arttıkça
tokmakla vuruşlarının şiddetini de arttırmış. Sonunda tokmağın acısına
dayanamamış ve kafası parçalanarak can vermiş. Bu efsane şehirde küçücük
çocuklara kadar herkes tarafından anlatılır. Tabi bir de efsane olmayan kutsal
kitapların anlattıkları var. Bunu da rehberimiz bizlere anlattıktan sonra
tarihi çarşıda alış veriş molası veriyoruz. Ardından otelimize geçiyoruz. Akşam
yemeğinin akabinde şehrin olmazsa olmazı sıra gecesine gidiyoruz. Urfa
türküleri eşliğinde yoğrulan çiğ köfteyi tadıyoruz.
1071 yılında Alp Arslan'ın Malazgirt Savaşı'ndaki zaferinden sonra kent
Selçuklu yönetimine geçer. Bir dönem Eyyübilerin eline geçen kent, 1270 yılında
Moğolların Ayıntap'a saldırmasıyla, 1389 yılında Dulkadiroğulları'nın ve 1471
yılında Memlük Devleti'nin egemenliğine geçmiştir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim'in Mercidabık
Muharebesi'ndeki zaferinden sonra Ayıntap, Osmanlı yönetimine geçer.
Ünlü coğrafyacı Strabon da Zeugma’dan bahsetmektedir. Hellenistik dönemde
Selevkos Nikator zamanında Zeugma’da önemli imar faaliyetleri yapıldığı
bilinmektedir. Kentteki Akropolün üzerine kader tanrıçası Thyke’nin bir
tapınağı yapılmıştır. Bu tapınak halen toprak altındadır. Zeugma Antik Kenti
kendi şehir sikkesi de basmış Roma Kentlerinden biridir. Sikkeler üzerine bir
tarafına Thyke tapınağı , diğer tarafına da güçlülüğü simgeleyen Roma Kartalı
motifi basılmıştır. Bu antik kentin zengin mozaikleri şehrin bir kısmı baraj
suları altında kaldığı için sökülerek kendi adında açılan müzeye getirilmiştir.
Burada bizi roma evlerinin eşsiz güzellikteki mozaikleri müthiş etkileyecek.
Birecik barajı yapıldıktan sonra bir bölümü
sular altında kalmıştır. Savaşan köyü sular altında kalan yerleşimlerden biri.
Buranın üstünde yapacağımız tekne turu bizi büyüleyecek. Fırat burada iki ilin
sınırını oluşturuyor. Bir yanı Yavuzeli yani Gaziantep diğeri ise Halfeti yani
Şanlıurfa. Burada Karagül dizisinin çekimlerine de belki rastlayabiliriz. Aynı
zamanda Şener şen’in oynamış olduğu eşkıya filminin de bir bölümü burada
çekilmiştir. Savaşan köyünün hemen yanında vereceğimiz çay molasının akabinde
Gaziantep’e hareket ediyoruz.
GAZİANTEP
Şehre Romalılar tarafından verilen isim Antiochia
ad Taurum'dur. "Antiochia ad Taurum", Latince "Toroslar'ın
karşısındaki Antakya" anlamına gelir. Daha sonra şehri ele geçiren Araplar
şehre Ayıntap demiştir. Ayn göz anlamına gelir tap ise pınar yani
pınarın gözü anlamındadır.
Romalılar, Dülük yakınlarına Antiochia ad
Taurum adında yeni bir kent kurar. Bu kent İsa'nın havarilerinden
Yuhanna'nın Hıristiyanlık'ı yaymak için seçtiği merkezlerden biri olmuştur.
Kent, MS 395 yılında Bizans İmparatorluğu'nun eline geçer. MS 636 yılında
halife Ömer bin Hattab, İslamiyet'i yaymak için Ayıntap ve Hatay yöresini
Bizanslıların elinden alır. Bu şekilde Ayıntap halkı İslamiyet'i kabul eder. Bu
arada Dülük, hızla eski önemini yitirmektedir.
Gaziantep kurtuluş savaşı döneminde üstün
başarı göstermiştir. 25 aralık 1921 yılında Antep şehri işgalden kurtulduktan
sonra ona Gazi ünvanı verilerek ismi Gaziantep olarak değiştirilmiş. Buradaki
ilk durağımız Zeugma müzesi. Zeugma antik kentinden getirilen mozaikler burada
sergilenmekte.
Zeugma kenti Büyük İskender’in
generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi
adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos
Euphrates yani Fırat’ın Silifkesi adında
bir kent kurar. Daha sonraları M.Ö.1.yy.’da kent Roma hakimiyetine girer .Bu
hakimiyet değişikliğiyle birlikte kentin adı da değişerek köprü, geçit anlamına
gelen ve bütün dünyada bilinen şekliyle “ Zeugma” adını alır. Roma
İmparatorluğu’nun 4.Skitia Lejyon Garnizonu’nun burada konuşlandırılması ve
ticaret sebebiyle kısa zamanda 80 bin nüfusa ulaşan Zeugma’da Fırat manzaralı
yamaçlara villalar inşa edilir. 80 bin kişilik nüfus Zeugma’yı dünyanın en
büyük kentlerinden biri haline getirir. Örneklemek gerekirse Zeugma , komşusu
sayılan Antakya (Antiokheia) ile Mısır’daki İskenderiye’den daha küçük, Atina ile aynı büyüklükteydi.
Pompei ve şimdi dev bir metropol olan Londra‘dan ise birkaç kat büyüklükteydi.
Zeugma müzemizi de gezdikten sonra tarihi bey mahallesine hareket
ediyoruz. Burası eski ermeni mahallesi. Dar sokaklar ve şu anda kafe olarak
kullanılan eski ermeni evlerinin arasından yürüyüş yaparak bakırcılar çarşısına
geliyoruz. Burada alış veriş için serbest zaman veriyoruz. Gaziantep’e gelip de
baklava yememek olmaz. Burada bulunan İmam Çağdaş isim yapmış bir yer. Burada
mutlaka baklava yemeliyiz. Gaziantep’ten götürebileceğimiz diğer bir ürün ise
fıstık. Alış veriş yaparken size bir şey ikram etmek isteyen güler yüzlü
esnafın ne içersiniz sorusuna zahter diye cevap verin. Zahter kekikten yapılan
çaydır. Bunca zaman varlığından nasıl haberdar olmadığınıza şaşıracağınız bir
tat. Alış verişten sonra kalemizi de gezerek otelimize geçiyoruz.
SABANCI CAMİ VE TARSUS ŞELALESİ
Artık dönüş günü. İstikametimiz
ilk olarak Adana. Burada orta doğunun en büyük camisi Sabancı merkez cami’ni
ziyaret ediyoruz. 1988 yılında yapımına başlanmış 1998 yılında tamamlanmıştır.
Caminin yapısında kullanılan bir çok öğe bir şeyleri sembolize etmektedir.
Rehberimizin camimizi anlatımından sonra Çukurova’ya can veren Seyhan nehri
kenarında çay molası veriyoruz. Ardından Tarsus’a hareket. Son durağımız olan
Tarsus şelalesinde öğle yemeği molası veriyoruz. Berdan çayı üzerinde bulunan
şelalenin çağıltısı eşliğinde çaylarımızı yudumladıktan sonra Ankara’ya hareket
ediyoruz.
0312 425 25 00
0545 212 19 15
0539 314 29 48
Atatürk Bulvarı No:103/12 Kızılay ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder